İnsanlığın, hayatın ve sevginin çığlığı…
Son zamanlarda Siyah kuğu, Balina, Nuh:Büyük Tufan gibi sıra dışı filmlere imzasını atan Darren Aronofsky’in senaryosunu yazıp yönettiği 2017 yapımı Mother! (Anne) filmini geç keşfetmiş olmanın acısını çıkarırcasına tekrar tekrar izliyorum. Başrollerini Jennifer Lawrence, Javier Bardem, Ed Harris ve Michelle Pfeiffer’ın paylaştığı, Jennifer Lawrence’in birçok ödüle aday gösterilmesine vesile olan psikolojik gerilimi bol film,
Hollywood Music in Media Awards (HMMA): ‘En İyi Film Müziği (Gerilim)’
Uluslararası Venedik Film Festivali: ‘SIGNIS Ödülü’
Cinema Writers Circle Awards, İspanya: ‘En İyi Yabancı Film’ gibi seçkin ödüllerin sahibi.
Film, yaratıcılığını kaybetmiş ünlü bir şair ile farklı bakış açısına sahip anne rolündeki eşinin hiçliğin ortasında sessiz sakin süren yaşamlarının, evlerine gelen yabancıların etkisi ile nasıl akıl almaz ve kaotik olaylarla yıkıldığını metaforik bir dille izleyiciye aktarıyor. Filmde hiçbir karaktere isim verilmemiş. Darren Aronofsky’nin bu tercihi belirli bir kişiden ziyade varlık olarak insana ait bir genellemeyi çağrıştırıyor. Filmi Âdem ile Havva, Habil ile Kabil ve İsa üzerinden okumak mümkün ancak bence film yeryüzü gibi çok katmanlı bir yapıyı bünyesinde barındırıyor ve her izlediğimde yeryüzünün farklı bir katmanını ayıklayıp bambaşka gerçeklere ulaştığımı rahatlıkla ifade edebilirim. Her ne kadar filme damgasını vuran anne karakteri olsa da şair karakteri olmadan annenin yolculuğunu anlamlandırmak mümkün değil. Bu durumda şair rolündeki Javier Bardem’in anneyi tetikleyen gerçeklikten uzak, olumsuz sonuçlar doğuran inanç ve davranışlarını mercek altına almaya karar veriyorum. Bireyin diğer insanlar ve dünya hakkında gerçeklikten uzak, yanlış değerlendirmelere tutunmasına neden olan inançlar geliştirmesine ‘psikolojik çarpıtma’ (ego savunma mekanizmalarının) deniyor. Duyguları bastırma, duygu ve düşüncelerini mantık açısından tutarlı, ahlaki olarak kabul edilebilir akla uygun bir nedene büründürme (rasyonalizasyon), yansıtma, yadsıma (inkâr), karşıt tepki gösterme, kendine yöneltme, aşırı genelleme ve siyah beyaz düşünme gibi olay ve durumları gerçeklikten uzak algılama ve yorumlama olarak tanımlanabilir. Yönetmenin de genelleme isteğine saygı gösterip bu eşsiz sanat eserini bize bizi gösteren, bize ayna tutan karakter ve kişilik analizi olarak okuyup yorumlamayı seçiyorum. İç görü ve kavrayışımı nasıl etkileyeceğini, filmi izlemeden önceki düşünsel kalıplarım ile kişiliğimin filmi izledikten sonraki değişim sürecini ilk kez deneyimlermiş gibi çocuksu bir merakla basıyorum oynat tuşuna.
İlk sekansta Jennifer Lawrence’nin güzel yüzünü alevler içinde görünce zihnimde beliren ilk çağrışım Mevlana’nın ‘hamdım, yandım, piştim’ sözü oluyor. Beklentim kendisiyle yüzleşen ve olgunlaşan bir karakterin yolculuğunu izlemek olsa da uyanır uyanmaz ilk işinin eşinin orada olup olmadığını kontrol etmesi, evde bulamayınca endişelenip evin dış kapısını açsa dahi eşiği geçmeden beklemesi ve eşinin sesi ile ürpermesi kanımca kaybetme korkusu ile sürekli geri adım atacağının ve zor bir yolculuk olacağının ilk sinyalini veriyor. Henüz ilk sahnelerde iki farklı aynanın kesişim noktasında kendine yer bulan elmas taş, filmin sonunda anlamını ortaya koyuyor: “Koşulsuz sevgi” Nesne ile özne ilişkisi. Bilgi felsefesi kuramına göre bir şeyin bilinebilmesi için bilen bir varlık olarak özne ve onun duyu organları ile algıladığı nesnenin var olması ki nesne ile öznenin aralarındaki ilişki ve bu ilişkinin dinamikleri araştırılabilsin. Sevgililer günü, anneler günü, babalar günü gibi özel günlerin nesne ve özne ilişkisi ile sevginin bilinirliğine alan açması ve insanlık tarafından bu günlerin kolaylıkla benimsenmesi tesadüf değil. Filmde tüm psikolojik çarpıtmalarının temelinde sürekli koşulsuz sevgi arayan ve ne pahasına olursa olsun onu çıkarıp alan erkek Javier Bardem oluyor. Olay örgüsünden bunun ilk deneyimi olmadığını anlıyoruz. Hiç büyümemiş bir çocuk gibi anne benliğindeki eşinin koşulsuz sevgisini arzuladığını, onu kaybetmekten korktuğunu, kadının isyan ettiği sahnede karşıt tepki geliştirerek onunla bütünleşmesinden anlamak mümkün. Kadının ise sınav dönemindeki çocuğuna sürekli “Çocuğum sen sınavına çalış, ödevlerini yap ben senden başka bir şey istemiyorum” derken beklentisini dile getirip baskı uygulayan, çocuğun sorumluluk alanlarını ve deneyimlerini kısıtlayan aşırı kontrolcü helikopter ebeveynden bir farkı yok. ‘Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan’ paradoksunu zihnimin bir köşesine park edip tekrar filme odaklanıyorum. Adamın daha önce evinde çıkan yangından kurtardığı, gözü gibi baktığı ‘koşulsuz sevginin’ eve gelen yabancıların elinde tuz buz olması iki farklı perspektifte değerlendirilebilir. İlki filmin ruhuna uygun bir genelleme; “Yabancılar bizi maskelerden arınmış halimizle koşulsuz sevemez,” İkincisi ise yabancıların anne babayı da temsil ettiklerini göz önünde bulundurduğumda “Çocukların büyük değer ve önem atfettikleri koşulsuz sevgiye anne babalar aynı özen ve dikkati göstermezler üstüne üstlük yaptıkları hatalara ‘ne var canım bunda bu kadar büyütecek’ mantığı ile yaklaşırlar,” Şu an kendi yazdıklarımı okuduğumda irkildim. Ne kadar can yakıcı olduğunu erkeğin herkesi odadan kovduktan sonra kırık camları avuçlarının içinde sıkıp çektiği acıyı haykırışından anlıyoruz ki bu kendine yöneltmeye enfes bir gönderme. İnsanın içini acıtan zor sahnelerden biri. Açıkçası senaryonun psikolojik alt yapısını göz önünde bulundurmadan filmi izlediğinizde oldukça rahatsız hissedebileceğiniz konusunda sizleri uyarmak isterim ancak unutmamak gerekir ki rahatsızlık olmadan farkındalık olmuyor. Seçim sizin. Evdeki yabancılardan ölmek üzere olan baba (otoritesini kaybetmiş baba figürü) ile seksapalitesini ön planda tutan eşinin mirası belli koşullar çerçevesinde değerlendirmeleri, iki kardeş arasında eşit ve adil bir yaklaşımdan ziyade taraf olmaları, yalnız bırakılan ve ötekileştirilmiş bireyin kontrolsüz şiddeti ile son buluyor. Bu yıkımın kazananı yok. Olayın yaşandığı odanın parkesinden bodrum kata yani bilinçaltına uzanan ve adamın anneyi her yok saydığında ya da görmezden geldiğinde gün yüzüne çıkıp bir şekilde halının lekelenmesine neden olan aralık, hiç kapanmayan bir yaranın nasıl bir başkasının yarasına dönüştüğüne nefis bir gönderme. Onca kurak günün ardından yaşanan bu facia, şairin psikolojisini yansıttığı sanatını konuşturması için harika bir kıvılcım oluyor. Ne de olsa gerçek sanat, acıyı estetiğe dönüştürmek değil midir? Elbette her güzelliğin bir bedeli var. Şairin sıkı sıkıya tutunduğu siyah beyaz düşünme kalıbıyla ödül ve armağanlar uğruna değer verdiklerinden ne kadar esnemek zorunda kaldığını, hayranlarının kontrolsüz ilgi ve yorumlarının istemeden de olsa şairin yaşam alanlarına verdiği zararı, evdeki olaylar, bebeğin ölümü ve annenin evi ateşe verişiyle tüylerim diken diken izliyorum. Kadının benliğinin ölümünü göze alıp insan ruhunun en yüce armağanı ‘koşulsuz sevgisini’ sunması ile film ilk sahnesine geri dönüyor ve böylece insanlık, hayat ve sevgi sonsuz bir döngü içinde ‘belki bir duyan olur’ ümidiyle gözümüze sokup yüzümüze çarpıttıkları ile çığlıklarını atmaya devam ediyorlar…
Oya Hancıoğlu
26.04.2024